Kimliksiz- Selvi Atıcı, Yazar Hikayeleri(5. Gün)

Yazar Hikayeleri


Turumuzun beşinci gününden herkese merhaba. Şimdiye kadar kitabımızı okuduk yorumladık, alıntılarımızı yaptık, söyleşimizi yaptık ve hatta cast çalışması da yaptık ve şimdi sırada yazarımızın yazdığı diğer hikayelerinde. Keyifli okumalar dilerim :)


1- Neden


Geçmişin gölgesi tekrar üzerine düşen Aylin, hayaletinden kurtulduğunda ya da kendisini öyle avuttuğunda hayatı yeniden tepetaklak olmuştu... Aklı ve kalbi ayrı yollara düştüğünde
karar vermek hayatının en zor kararı olmuştu.

Bir tarafta, ona her şeyini vermiş, deli gibi aşık olan ama sırlarla dolu Sertaç...

Diğer tarafta, kalbindeki en ağır yük olan Anıl...

Aylin için hayat tam bir karmaşaydı... Güneş onun için de doğacak mıydı? Ya da Aylin'in mutluluğu bir başka dünyaya mı kalmıştı?

Okumak için buyurun:)



2- Hayalden Gerçeğe



Hayattan tamamen vazgeçmiş bir adam olan Evren, zil zurna sarhoş yatağına gider. Ve o da ne? Yatağında onu kızıl bir hayal karşılar… Güzel hayal, Evren’in hoşuna gider, birbirlerine sarılırlar…

Evren sabah kıçına yediği tekmeyle gözlerini açar ve neye uğradığını şaşırır… Kızıl hayal birden gerçek olmuştur ve oldukça öfkelidir… Birbirlerinden o anda nefret ederler. Çevrelerini saran bu öfke bulutunun içinde kaybolmuş, yollarını ellerini birbirine kenetleyerek bulacaklarından ikisinin de haberi yoktur. 

Ama kader, Pelin ve Evren için sadece güzel şeyler hazırlamamıştır elbette… 

BAZEN MUTLULUK İÇİN ZORLU SINAVLARI AŞMAK GEREKİR…

Okumak için buyurun:)



3- Ben İyi Bir Kızdım



Hayat bazen çok fazla tozpembe gelir insana. Elif’e de öyle geliyordu. Hayallerinde çok şey vardı. Hayat onun için birçok güzel hediye sunmuştu. Mutlu bir kızdı. Güzel bir kızdı. İyi bir kızdı ya da öyle olduğunu sanıyordu. 

Ta ki ‘onunla’ tanışana kadar!

Bazı şeyleri öğrenmek için tecrübe etmesi gerektiğini daha sonra öğrendi. Mesela hayatın sandığı gibi bir yer olmadığını. Ya da insanların bildikleri insan olmadıklarını. Kabuğunun dışına çıktığında her söylenen sözün doğru olmadığını da çok geç öğrendi…

O, İYİ BİR KIZDI… 
HAYALLERİ VARDI…

Okumak için buyurun:)



4- Toplama Kampı



KALBİ BUZ TUTMUŞ BİR SAVAŞÇI… 

Melanie, hayatına tekrar yön vermek isterken onu zorla bir savaşa sokmak isteyen Hermes tarafından esir alınıyor. Kendisini, savaşçılarını ve çocuklarını kurtarmak için savaşı kabul etmek zorunda. Ama bu onun da planları olmadığı anlamına gelmiyor! 

YAKIŞIKLI BİR PRENS…

Ve planlarının içinde yakışıklı, ukala, çekici ve bunu kullanmasını çok iyi başarabilen, sözleri kafa karıştırıcı, alaycı ve gizemli bir prensi de dahil etmek zorunda. Ona ihtiyacı var ve ona ihtiyaç duymaktan nefret ediyor. Buz tuttuğu sandığı kalbinin çatırdamaya başladığını anladığında dehşete düşüyor. 

BİRİ ATEŞ, DİĞERİ BUZ… 

HANGİSİ SAĞ ÇIKACAK?

Okumak için buyurun:)


5- Leonard



Zamanın ne getireceği belli olmaz. Lena da bilmiyordu. Belki de sadece tahmin ediyor ama umursamıyordu.

O, kimse gibi değildi, kimse de onun gibi olamazdı.

İNTİKAM YEMİNİ ETMİŞ BİR GENÇ KIZ...

Tüm kabilesini katlettiklerinde, onu ayakta tutan intikam yeminini yerine getirmek için kimsenin aklına gelmeyecek bir şey yaptı. Yanında sadece tek bir kişi vardı ama o arkasına bir ordu katmak istiyordu.

YAKIŞIKLI BİR KOMUTAN...

Karşısına güçlü, yakışıklı ve nazik komutan Alec çıktığında aklında aşık olmak da yoktu.

Alec'e olan aşkı, onun intikam ateşinin önüne geçecek miydi? Peki ya Alec bu konuda ne düşüyordu? 

Lena tam bir karmaşanın içindeydi ve kalbi hangi yönden kırılacağını şaşırmış gibiydi.

Okumak için buyurun:)


6- Av



AŞK İNSANA NELER GETİREBİLİR? BELKİ DE ÇOK ŞEY… 

Lilian, aşkı tanıdığını sandığında çok masum, çok saf, çok küçük ve çok kırılgandı. Masumiyetini sorgusuzca aşkına verdiğinde geleceğin onun için siyaha büründüğünü bilemezdi. Bekaretini alan Paulo Smith’i beklerken onun evlilik haberiyle karşılaştığında bir daha asla evlenemeyeceğini kabullenip kendisini halkına adadı. 

FAKAT TANRI'NIN ONUN İÇİN FARKLI PLANLARI VARDI...

Babasının onu halkın çıkarları uğruna Delf Bozkırı’nın lideri Iron’la evlendirmek istediğini öğrendiğinde Lilian için yapılabilecek fazla bir şey kalmamıştı. Sanıldığı kadar masum olmadığı anlaşıldığında infazına kararı verildi ve o andan sonra Azrail Lilian’ın gölgesi oldu.

Iron, en iyi savaşçısı ve sadık askeri Rick’i Lilian’ı saklandığı yerden almak için görevlendirdi. Acımasız, soğukkanlı savaşçı Rick, onu bulup Iron’a teslim etmek için yola koyuldu. Fakat ters giden bir şeyler vardı… Lilian, kusursuz denecek kadar güzel, kanını damarlarında donduracak kadar çekiciydi…

KİM AV? KİM AVCI?

Okumak için buyurun:)



7- Gitme



Nefret ve aşk arasındaki mesafe ne kadardır?
Kilometrelerce?
Bir adım kadar yakın?
Belki de yoktur ve geçişin hızını sen bile anlayamazsın...
Kim bilir?

Sırılsıklam aşık olan bir kadın…
Tek gecelik ilişkilerin adamı olan bir erkek…
Ve geçirilen tek geceden sonra birbirinden nefret eden
Ya da belki tamamen aşık olan iki insan

***

"Benim mi?"

"Tatlım, bu gece tüm sorularım, ilgim ve bakışlarım sadece sana yönelik. Lütfen artık ‘Ben mi?’…" genç kızın abartılı bir taklidini yaptı. "… diye sorup durma."

Hayat'ın kaşları onun kendisini alaya alması ile hafifçe çatıldı. "Normalde bu kadar aptal değilim."

Mirza, ona şefkatle gülümsedi. "Ne kadar aptalsın?"

Hayat, bir şekilde homurdanmayı başarabildi ve Mirza, kıkırdadı.

"Normalde aptal değilim."

Okumak için buyurun:)




Not: Tüm bilgiler "S.S. Atıcı Okurları" sayfasından alınmıştır.

Kimliksiz- Selvi Atıcı, Kitap Yorumu ve Çekiliş(1. gün)

Kimliksiz


Sayfa Sayısı: 520
Müptela Yayınları
2014
 25 tl


Kitap Tanıtımı 



"Seni sevmekten nasıl vazgeçebilirim ki? Ben geçsem bile kalbim vazgeçmez..."

Deryal Yiğit, nam-ı diğer Kimliksiz... Kirli geçmişiyle, acımasızlığıyla, kadınlara değer vermeyişiyle bilinen karanlık bir adam... Garip takıntıları ve sadece kendine sakladığı sırlarıyla kendi çöplüğünden yarattığı krallığında hükümdarlığını süren Deryal'in hayatına Burcu bomba gibi düşmüştü.

Burcu, Deryal'in yeni takıntısı mı, yoksa hayatının yörüngesini tamamen değiştirebilecek olan tek kadın mıydı? Sırları ve çözemediği sorunlarıyla Deryal'in hayatına girmek zorunda kalan Burcu, omuzlarına binen tonlarca yükün arasında aşkı kaldırabilecek miydi?


Kitap Yorumu

    
Selvi Atıcı uzun süredir ismini duyduğum biriydi ve okumak için hep bir fırsat yaratmaya çalışmış ama başaramamıştım. Kısmet kitabına okumayaymış diyorum.

Kitabı yorumlamaya geçtiğimde aklımda hep bir şeyler olur genelde ama bu kez yok. Kitap benim için sanırım iki kısma ayrılıyor ve iki kısmı ayrı ayrı yorumlamak daha doğru olacak.

Kitabın ilk sayfalarını okumaya başlayınca eğlenerek okuyacağımı anlamıştım. Esprileri karşısında epeyce güldüm hatta gecenin bir yarısı kahkahalarıma engel olmakta baya bir zorlandım. Deryal gerçekten kilişiğiyle ilginç bir adam ve hayran olunasıydı. Tavırları, sözleri ve hatta engin yemek becerisiyle klas erkekler yerini almıştı benim için. Ta ki bir noktaya gelene kadar!!!

Kitaplarda olmazsa olmazlarım benim de var ama bir de olursa olmazlarım var ki maalesef bu kitapta onlardan biri vardı. Okurken şok içinde kaldım, böyle bir şey olmamalıydı bence. Kesinlikle tasvip etmediğim bir şey bu ve sonrasında yaşananlarla bunun atlatabileceğinin yansıtılmasından da hiç hoşlanmadım. Aşk her şeyi affetmez, akıllı davranmak gerekir diye düşünürüm. İnsanın öfkesine sahip olup ona göre davranması kanısındayım. Keşke böyle bir kısım olmasaydı ve ben burada ‘Çekilin yoldan, Deryal benim!’ nidaları atabilseydim.

Adem ve Şirin için sanırım ayrı bir paragraf açmam gerekiyor. Adem bildiğimiz odunlardan evet ama insan bu haliyle de mi sevilir yahu! Şirin zaten adı gibi bir kadın. Bu ikilinin birlikteliğini okumak hakikaten çok keyifliydi. İkilinin hikayesini baştan sona okuyabilmeyi çok isterim.

Kitabın dili oldukça akıcı, kendini okutuyor. Ancak yazı puntosu epey küçük. Kapağıyla, ayracıyla ve konusuyla güzel bir kitap, tabii o takıldığım kısmı bunun dışında tutuyorum. Keşke o da olmasaymış, o zaman tadından yenmezmiş işte. 




Çekiliş için;

 
a Rafflecopter giveaway

Son Adım Aşk- Kimberly Fisk, Kitap Yorumu(4. Gün)

Son Adım Aşk- Kimberly Fisk


Sayfa Sayısı: 448
Martı Yayınları
2014
19 tl


Kitap Tanıtımı

İki Kayıp Ruh Tek Bir Aşkta Buluşursa...

Jenny, dokuz ay önce ölen nişanlısıyla birlikte kurdukları taşımacılık şirketinin sahibi genç bir kadındır. Nişanlısı Steven'ın yasını tutan Jenny bir süredir kötü giden işleriyle de ilgilenememektedir. Bu sırada ortaya çıkan Jared adında gizemli bir adamın beklenmedik talepleri kadının hayatını alt üst etmenin eşiğine getirir. Ölen nişanlısının arkadaşı olan Jared, şirketin kuruluşu sırasında verdiği yüklü miktarda borcu geri istemektedir.

Jenny oldukça zorlu bir süreçle karşı karşıyadır çünkü Jared bir yandan genç kadının sahip olduğu her şeyi elinden almaya gelmiş bir düşman, diğer yandan Steven öldüğünden beri ilk kez kalbinin aşkla çarpmasını sağlayan etkileyici bir adamdır. Acaba düşmanca başlayan bu ilişkinin büyük bir aşka dönüşmesi mümkün olabilecek midir?

"Her sayfası büyülü bir roman."
-Debbie Macomber-

"Bu kitapta, ezber bozan insanlar başrolde."
-Booklist-

"Kendinizi duyguların hızla geçiş gösterdiği, zıtlıkların birbirini çektiği bir hikâyenin içinde bulacaksınız."
-Publishers Weekly-

"Âşık olmamak için direnen ama kaçamayan Jenny ve Jared'ın aşka teslim oluşlarını hayranlıkla okuyacaksınız."
-Amazon-



Kitap Yorumu

Yirmi altı yaşında iki üç kez iş batırmışsanız, şu anda üzerinde çalıştığınız işiniz de pek parlak değilse üstelik ablanız, abiniz de avukatsa hayat siizn baya zor demektir. Hele ki dokuz ay önce nişanlınızı kaybettiyseniz ve onun hatırasını yaşatabilmek üzere bir enkazla uğraşıyorsanız daha da zor demektir. Bir de bunların üstüne nişanlınızın yaptığı bir anlaşma yüzünden kapınızda bir ortak belirirse ne olur? İşte o zaman çekilmez olur dediğinizi duyar gibiyim ancak emin misiniz diye sormak zorundayım burada :) 

Jenny tam olarak böyle bir durum içerisindedir. Bir sabah uyandığında kapısında siyah bir harvey belirir ve üzerinden kaslı, güçlü ve de yakışıklı bir adam iner. İsminin Jared olduğunu öğrenen Jenny onun kim olduğunu anlar zira nişanlısı Jared’in usta pilotluğundan fazlaca bahsetmiştir. 

Jenny ne Jared’e istediğini verebilecek maddi güce sahiptir ne de sahip oldukların vazgeçmeye isteklidir. Bu adamla nasıl baş edeceğini bilemez. Jared ise burada daha fazla kalmadan istediğini almaya niyetlidir. Ancak hayat işte, umulmadık ya da beklenmeyen bir imza bir başka imzaya yol açar belki de! 

Hava değişimi maalesef beni de çarptı ve yatak döşek yatıyorum resmen. Bu hastalık anında yüzümü gülümseten şeylerden biri de “Son Adım Aşk” oldu. İlk satırından son satırına kadar bayılarak okudum resmen. Kitabın dili oldukça akıcı olunca da nasıl bittiğini anlamıyorsunuz. Tek sıkıntım yazarın tek kitabının bu olması, bu kalemden çıkan daha fazla şey okumak isterdim.

Benim puanım;





Not: Çekilişlerimiz devam ediyor, katılmayı unutmayın!!!

Son Adım Aşk- Kimberly Fisk, Yurt Dışı Yorumlar ve Çekiliş(3. Gün)

Son Adım Aşk, Yurt Dışı Yorumlar


Uzun bir aradan sonra yeniden yurt dışı yorumlar başlığıyla herkese merhaba. Bu kez yorumlarımız "Son Adım Aşk" kitabı için gelecek. Bakalım neler söylemişler kitabımızla ilgili?





“Son Adım Aşk”, Kimberly Fisk’in ilk romanı olmasına rağmen büyüleyici bir aşk romanı olmuş. İki kişi arasında yaşanabilecek sevgi, çatışma ve bunlardan çıkan güçle anlatılan şaşırtıcı bir hikaye. Kahramanları inandırıcı ve unutulmaz! Bu kitabın hayal olduğunu biliyorum ancak ona rağmen onların dünyasında kaybolmuş gibiyim. 

Kitabı elimden bırakmak kolay olmadı. Ve sonunu görmek oldukça üzücüydü. Kimberly, hem çok iyi bir anlatıcı hem de çok iyi bir yazar. Gelecek romanları için sabırsızlanıyorum.






Çağdaş romantik romancılığından güzel bir örnek “Son Adım Aşk”. Kitabın iki ana karakteri Jenny ve Jared kendilerini başarısız bir işin ortağı olarak bulurlar kendilerini. Jenny nişanlısını kaybettikten sonra kendini bambaşka şeylerin ortasında bulur, nişanlısının yaptıklarının sonuçlarına o katlanmak zorunda kalır. 

Keyifli bir cumartesi kitabı oldu benim için, size de okuyun derim. Seveceksiniz!






İlk romanlar genellikle tehlikeli olurlar ancak Kimberyl için böyle olmadı çünkü kitap kötü değildi. Kötü bir ortaklık içinde kendilerini bulan ya da bulmaya çalışan iki kişiyi anlatmış ve başarmış da. 

Kitabı okumaya yazarın bu kitap için tam beş yılını harcadığını okuduğumda karar verdim. Benim için ortalamanın üzerindeydi.






Kitabın geneli iyi olsa da ilk sayfaları oldukça durgundu. Ben ki ilk 100 sayfasında karar veririm kitaba devam etmeye ya da onu bırakmaya. Bu kez devam etmeyi seçtim ancak neden bilmem karakterlerini pek sevemedim. O sebeple benim için orta seviyede romantik bir kitap olarak yer edindi kendine.



Ve tabii ki bir de devam eden çekilişimiz var, hem facebook sayfamızda hem de rafflecopterda. Herkese bol şans dilerim!!!


a Rafflecopter giveaway

Sadece Seni Sevdiğimi Söylemek İçin Aramıştım- Eda Tuzcalı

Sadece Seni Sevdiğimi Söylemek İçin Aramıştım


Sayfa Sayısı: 431
Altın Bilek Yayınları
2014
22,5 tl


Kitap Tanıtımı

"Öpmeye doyamayacağım bir kadınla karşılaşmadım."

Su, tez konusu olarak bir telekız olmayı seçti; tanımadığı erkeklerle 6 ay boyunca telefonla konuştu, onların dertlerini dinledi, yol gösterdi, fantezileriyle onları mutlu etti. Konuştuğu erkeklerin kimisi kendine çok güvenliydi. Ama içlerinden birisi (Mert), hiç konuşmuyor sadece Su'nun sesini dinliyordu…
Birkaç konuşmadan sonra; Mert utangaçlığını yavaş yavaş üstünden atmaya başladı, kendinden bahsediyordu; Su ise kuralları gereği kendisi ve hayatı hakkında hiçbir ipucu vermiyor; tıpkı bir telekız gibi davranıyordu…
Gün geçtikçe Mert, hiç görmediği bu genç kadına tutkuyla bağlandı. Onu görmek, ellerini tutmak, teninde ellerini dolaştırmak, kokusunu hissetmek istiyordu… Ama Su, sadece bir oyunun içindeydi; bu gerçek değildi…
Mert'in son sözü ise şuydu: SADECE SENİ SEVDİĞİMİ SÖYLEMEK İÇİN ARAMIŞTIM…
O günden sonra, Su'ya artık ulaşamaz oldu…
Peki ya kader onlara bir şans daha verse, bu kez sesleri değil; gözleri buluşsa, birbirlerini tanırlar mıydı?

"Aynı gökyüzünü paylaşmadığımızı biliyorsun değil mi?"
"Sana kendi gökyüzümü göstermeyi isterdim."



Kitap Yorumu

  
Sude sosyoloji bölümü son sınıf öğrencisidir. Okulunu bitirebilmek için bir tez hazırlaması gerekir ve zor kadını oynayan kızımız tez için de en zor yolu seçer. Telekızlık yaparak insanlarla konuşmaya, sorularına cevap bulmaya çalışır ki bunun için tam altı ayını harcar. Ancak altı ayın sonunda hiç beklemediği bir sonuçla karşılaşır, insan sadece sesini duyduğu birine aşık olabilir mi?

Mert kendi halinde yaşayan biridir. Biraz utangaç biraz da çekingendir. Birgün tesadüfen eline bir numara geçer ve arayıp aramamakta tereddüt eder. Aramaya karar verdiğinde ise bu kez kararsızlığı konuşup konuşmamakta yaşar. Bir süre sonra çekinliğini atıp konuşmaya başlar. Altı ayın sonunda o numarayı bir kez daha arar ve kurduğu tek cümle “Sadece seni sevdiğimi söylemek için aramıştım!” olur. Sonrası upuzun bir sessizlik…

Aradan geçen zaman içinde birbirlerininin kulaklarında sesleri hala kalır. O konuşmaları her ikisi de unutamazlar. Ama hayat tesadüflerle doludur ve Sude ile Mert için planları daha bitmemiştir. Karşılaştıklarında birbirini hiç görmeyen, sadece seslerini duyan Sude ve Mert birbirini tanıyabilecek midir? Aradan geçen üç yıl ilişkilerini nasıl yönlendirecektir? Dahası araya Deniz, Ela, Ceylin, Mira, Kaan ve Batu girince olayın şekli ne olacaktır?

Kitabımızın konusu işte böyle. Okurken zaman zaman kızıyorsunuz zaman zaman da kahkahalarınıza engel olamıyorsunuz. Genelde kitaplarda kalabalık kadro sevmem ama bu kitapta hepsi çok güzel kullanılmış ve çok sevdim. Konusu, karakterleri ve kurgusu ile sevdiklerimden biri oldu. Ancak takıldığım iki detay var ki onları söylemeden geçemeyeceğim. İlk olarak keşke karakterlerin hissettiklerine biraz daha yer verilseymiş. İkinci ise kitaptaki yazım hataları. Okurken harf eksiklikleri ya da yanlış yazım sizi rahatsız etmiyor ancak yayıncı daha özenli bir editöryel çalışma yapmalıydı. Bu kadar basit hataları nasıl gözden kaçırdılar anlamadım!

Ve son olarak kapak!!! Eda Abla’nın kitabının kapağını gördüğümde tam anlamıyla bayıldım. Hem zevkli hem de özenli bir çalışma olmuş. Ellerine emeğine sağlık Selenay :)

Yazarımızın ilk kitabı bu ancak kalemini sevdim ben, devamını bekliyorum. Daha iyi şartlarda yeni kitaplarınla buluşabilmek dileğiyle diyorum zira temmuzdan beri resmen gözümüz yollarda kalmıştı! Yolun açık olsun Eda Abla :)

Benim puanım;




Çekilişimize katılmak için buyurun; 


a Rafflecopter giveaway

Aşık Kuşlar- Cecelia Ahern, Bunları Biliyor musunuz? (5. Gün)

Bunları Biliyor musunuz?


Uzun zaman sonra tekrar "Bunları Biliyor musunuz?" başlığıyla sizlerleyim. Bakalım bu kez neler çıkacak karşımıza? Keyifli okumalar herkese!


Yazarımız Cecelia Ahern'in;
















olduğunu biliyor musunuz?




Aşık Kuşlar- Cecelia Ahern, Kitap Yorumu ve Çekiliş (3. Gün)

Aşık Kuşlar


Sayfa Sayısı: 352
Pegasus Yayınları
2014
25 tl


Kitap Tanıtımı

Ona âşık olmayı öğretmek için sadece iki haftası var...

Şans bu ya, depresyon denizinde boğulmak üzere olan Adam ile hayatını bir türlü yoluna koyamayan, derdi başından aşkın Christine'in tanışması talihsiz bir gecede gerçekleşir: Otuz beşinci yaş günü yaklaşmakta olan Adam intihar etmek için bir köprüye çıkmıştır ve oradan geçen Christine de Adam'ı ikna etmek için çılgın bir teklifte bulunur. İki hafta içinde Adam'a dünyanın yaşamaya değer bir yer olduğunu ve aşkı bulmak için hiçbir zaman geç kalmış sayılmayacağını kanıtlayacaktır!

İddialı teklifine rağmen Christine'in büyük korkuları vardır. Başarısız olursa bunun sonuçlarına katlanabilecek midir? Peki ya aşka ve hayata dair bildiği her şeyin bir yalan olduğunu anlarsa ne yapacaktır? Hepsinden öte, bir hayata mal olabilecek bu macerada onu çok daha karanlık soruların beklediğinin farkında mıdır?

"Biraz neşe, biraz keder kokan bir romantik komedi. 
İçiniz kıpır kıpır olacak!"
-Marie Claire-

"Cecelia Ahern'in romanları bir kutuda saklanan mücevherler gibi. Kutuyu açtığınız anda ışıltılar gözlerinizi alıyor."
-Adriana Trigiani-

"Modern bir peri masalını andıran bu romanda Cecelia Ahern, karakterleri baştan sona canlı tutan keskin bir zekâya sahip olduğunu kanıtlıyor."
-Hello-



Kitap Yorumu

Birini hayata bağlamanın yüzlerce yolu var, kabul ediyorum ancak ya süreniz sadece ve sadece iki haftaysa? Onu hayata bağlamalısınız hem de sevgilisiyle bozulan arasını da düzeltmek zorundasınız. Zorundasınız çünkü yapamazsanız onu kaybedeceksiniz! İşte Adam ve Christine’in hikayesi tam olarak böyle başlar. 

Christine evleneli bir yıl olmuş ancak yanlış yaptığını yeni idrak etmiştir. Daha fazla yapamayacağını anladığında ise eşi Barry ile konuşup buna son vermek ister. Ancak eşinin bunu kabuletmesi pek kolay olmayacaktır. Hayatındaki sorunun bundan ibaret olduğunu sanan Christine’in yanılması uzun sürmez. Bir adamı intihar etmek üzereyken görür ve ona engelolmak ister. Hatta neredeyse başarmak üzeredir ama son anda bir şey olmuş ve Simon kendini vurmuştur. 

Aynı insanı iki kez yıldırım çarpmaz mottosunu benimseyen Christine, hayatında bir daha böyle bir şeyle karşılaşmayacağından emindir. Ancak genç kadın bir kez daha yanılır ve köprüden kendini atmak üzereyken Adam’a rastlar. Bu kez hata yapmamaya kararlıdır ve ona engel olmak için tüm bildiklerini uygulamaya kalkar. Ve hatta Adam’la bir anlaşma bile yapar. Adam’ın doğum gününe kadar hayatını düzene koyacağına söz verir ancak Adam’ın doğum günü iki hafta sonradır. 

Kitabımız bu iki haftalık süreci anlatıyor işte. Adam’ın hayattan vazgeçmesi ve bunun sebeplerine karşılık Christine’in oluşturduğu tezleri çarpışırlar.Bakalım bu çarpışmanın galibi kim olacaktır? Adam intihar etmekten vazgeçecek midir yoksa Christine’in tüm çabası boşuna mıdır? Barry’nin yaptıklarının sonuçları ne olacaktır ve dahası Adam ile sevgilisi barışacak mıdır? Bu soruların cevapları için en yakın kitapçıya lütfen :) 

Başından sonuna severek okuduğum kitaplardan biri oldu “Aşık Kuşlar”. Son derece akıcı anlatımıyla nasıl bittiğini anlamadım. Tek eleştirim kitabın adı oldu, son sayfaları okuduktan sonra orjinal ismin uyarlamasını isterdim. Daha anlamlı olurdu öylesi. Bu kitabı tavsiye eder miyim diye soruyorsanız, durduğunuz kabahat derim :)

Benim Aşık Kuşlar için puanım;



Çekiliş için buyurun :)


a Rafflecopter giveaway

Beni Bulun- Michelle Knight, RKBT Okuma Etkinliği

Beni Bulun


Sayfa Sayısı: 288
Martı Yayınları
2014
17 tl

Kitap Tanıtımı

Gerçek Bir Yaşam Öyküsü

1 EV, 3 KADIN, 11 YILLIK ESARET

BENİ BULUN 
ÇÜNKÜ BU SİZİN DE HİKÂYENİZ OLABİLİR

2002 yılında kaybolduğumda pek çok kişi bunu fark etmemişti bile. Yirmi bir yaşındaydım; adres sormak için bir markete uğrayan genç bir anne… 

On bir sene boyunca kilit altında tutuldum, türlü işkencelere maruz kaldım. Bu, hayatımın halihazırda bildiğiniz kısmı olabilir fakat daha bilmediğiniz çok şey var.
-Michelle Knight-

Michelle Knight 2002 yılında, Ariel Castro isimli bir okul servisi şoförü tarafından kaçırıldı ve on yıldan uzun bir süre taciz, tecavüz ve işkenceye maruz kaldı. 2003 yılında Amanda Berry, 2004 yılında da Gina DeJesus tutsak olarak Michelle'e katıldı. 6 Mayıs 2013'te bir fırsatını bulup tutsaklıktan kurtulmalarının ardından, bu olay dünyada büyük yankı uyandırdı. Şimdi ise binlerce kişinin merak ettiği konu şu: O evin içinde neler oldu ve üç kadın akıl almaz işkencelere dayanacak gücü nasıl buldu?

Michelle Knight, gözler önüne serdiği bu sarsıcı hikâyesiyle suskunlar için bir ses, her yıl kaybolan binlerce çocuk ve genç için güçlü bir sembol oluyor.

"Televizyon programı yaptığım on iki yıl boyunca hiçbir şey beni Michelle Knight ve onun yaşama tutunma hikâyesi kadar etkilemedi."
-Dr. Phil McGraw-


Kitap Yorumu

Mayıs ayının ilk haftasında “Bunlar Nasıl İnsan?”, “10 Yıldır Kayıp Olan Üç Kadın Bulundu” başlıklı haberler yer aldı Türk basınında. Haberin detaylarında ise 2002 ve 2004 yılları arasında kaybolan ve bir daha haber alınamayan üç kadın olduğunu ve bu üç kadının bulunduğunu yazıyor. Ariel Castro tarafından kaçırılmış ve yıllarca hem tecavüze uğramış hem de şiddete maruz bırakılmışlar. 10 yıl sonra bir komşu tarafından çığlıkları duyulan kadınlar 2013, mayısta bulundular. 

Haberleri ilk okuduğumda ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Bir insanı evinden, ailesinden, sevdiklerinden alıkoyup bu derece eziyet ettiğini düşünmek içimi sızlatmıştı. Sonraki evreleri ise yine basından takip etmiş, suçlulara baya bir saydırmıştım. Ancak kaçırılan kadınlardan biri olan Michelle Knight tarafından kaleme alınan “Beni Bulun” kitabını okuduktan sonra neler hissettiğimi anlatmak istesem de yapamayacağımdan eminim. Ne kadar büyük bir acıdır yaşadıkları ve ne kadar da tarifsizdir! On yıl dile bu kadar kolay gelirken onlar her gün tecavüze uğramış, her gün dayak yemişler. 

Kitabı okuyalı neredeyse on gün oldu ancak yorum yazmaya elim gitmedi bir türlü. Böyle bir acıyı yorumlamak ne haddime zira! Kelimenin tam anlamıyla dağıldım okuduktan sonra. 

Hepsinin yaşadığı çok acıyken içim en çok da Michelle için acıdı. Kitabımız onun çocukluğuyla başlıyor ve bugüne gelene kadar ki hayatını anlatıyor gerçi ona hayat denirse tabii. Anne baba ilgisinden yoksun bir çocukluk, 5-6 yaşına geldikten sonra akrabalarından gördüğü akıl almaz davranışlardan sonra bir de karşına çıka çıka arkadaşının babası Ariel Castro çıksın! Yaşadığı çocukluğu mı üzüleyim, çocuğundan hala ayrı olmasına mı yanayım yoksa o cani adamın elinde yaşadıklarına mı kahrolayım bilemedim. 

Son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitaptı. Elime aldım ve ayraç kullanmama gerek bile kalmadı. O kadar akıcı bir kitap ki kendinizi bir anda son sayfada gözyaşlarıyla buluyorsunuz. Bu kitabı tavsiye ederim dememe gerek yok sanırım, mutlaka okuyun! Ancak okumaya başlarken yanınızda mutlaka bir kutu kağıt mendil bulundurun zira ona çok ihtiyacınız olacak!

Benim bu kitap için puanım;

Mimlendimmmm 2 :)

Mimlendimmm 2 :)


Herkese merhaba :) Bu hafta benim mimlenme haftam sanırım, baya bir beyin fırtınası yaptım. Bu kez de Yamak'dan Burçin ve Okuma Köşem Buse tarafından mimlendim ve en sevdiğim kitap kapaklarını seçtim. Bakalım nelermiş onlar?


1-Tam anlamıyla içeriğini yansıtan bir kapak :))



2- Birisi kafe mi dedi?



3- Kapağına vurulduğum bir kitap, eskiden sakızlardan çıkan resimler gibi değil mi?



4- Renkler bu kadar mı güzel durur birlikte?



5- Sevdim seni de ben ya :D



6- Saf ve temiz, daha ne olsun!!!


7- O balkonda olan ben olmalıydım ama :(


8- Beni o sandalyelerden birine koysanız, yanıma da kocaman bir semaver ve kolilerce kitap, olmaz mı?



9- O fincan benim olsun ama :))



10- Mor olacak ve güzel olmayacak mümkün mü?



Bu mim bir süredir yapılıyor ve kimler yapmadı bilmiyorum, yapmayan ve postu gören herkesi mimledim ben de :))

Sırada Ne Var? (3. Gün)

Sırada Ne Var?


Turumuzun 3. gününden herkese merhaba! Bugün Çağan Dikenelli'nin yeni çıkacak kitabından bir bölüm paylaşacağım sizinle. Şimdiden keyifli okumalar dilerim :)

Bu arada hem facebook sayfamızdaki hem de bloglarımızdaki çekilişlerimiz devam ediyor, katılmayı unutmayın!!!

Kule- Çağan Dikenelli



Gözümü açtım. 

Birisi deklanşöre basmış da, enstantane kapanıp açılacakken bir an için karanlıkta kalan dünya ansızın ortaya serilmişçesine bir histi yaşadığım. 

Sadece o anda, başka bir yere dikmiştim gözlerimi. Daha önce nerede kapadıysam, hâlâ içimde duyumsadığım özgürlük duygusu yanıma uzanmış benle birlikte bakıyordu tavana ve çok geçmeden de çekti gitti. 

Bir süre duvarın tırtıklarını inceledim. Çırılçıplak ampul, sallanıyor gibi görünse de gözlerimi kırpıştırdığımda duruyordu hemen. Nefesimle etrafımda ne varsa şişip yine geriye iniyordu. Sabahın soğuğunu algılayabiliyordum ama üşümemiştim. Üstümdeki battaniyeyi atıp ayağa kalkmaya çalıştım. Beceriksizce geriye düştüm sonra. Tutulmuş, belki de kireçlenmiş boynumu kütürdeterek güçlükle yana çevirdim. Parça parça doluştu tüm detaylar beynimin içine. İnildeyerek bir kez daha denedim ayağa dikilmeyi. Duvarlar üstüme gelince, yine geriye yıkıldım. Hastane odasının beyazlığından gözlerimi kaçırdım bir kez daha, midemin bulantısından kurtulmak niyetiyle. 

Hastane mi? 

Kusma duygusuyla baş etmeye çalışırken pencerenin gerisindeki lacivert gri gökyüzüne diktim gözlerimi. Hatırlamak isteği öylesine yoğundu ki başa çıkamayıp bir küfür savurdum ama dışarı dökülmedi boğazımın kuruluğundan. Doğrulmayı başaramayacağımı anlayınca yan döndüm. Her kasıma ayrı ayrı yansıdı çabam. Kesif bir ağrı… Sağ bacağımı aşağı salladım, kalçamı yatakta hafif kaydırdım ve bir anda yerin soğuğuna kondu ayaklarım. Yeni doğmuş bir tay gibi titreyerek bir süre durdum orada. Odanın bomboş olduğunu görmeme yetecek kadar bir zaman. Kapı açıktı. Seslenmek istedim birilerine. Aklıma hiçbir isim gelmemesi engelledi bunu. Başımı sallayıp neler olabileceğini düşünmeye çalıştım. Sonra birden uyandı bir şeyler. “Hemşire!” Sesimi tanıyamamanın verdiği rahatsızlıkla koridora bakmaya devam ettim ama hiçbir şey değişmedi. Kolumdaki bandajı söküp, içinde sıvıdan eser kalmayan serumun iğnesini yavaşça çektim dışarı. Vidanın metalindeki pas parmağımın üstüne dökülüyordu. Kaç dakika sürdüğü belli olmayan bu çaba hastane giysime koyu yaş lekelerle yürüdü ve bayılmaktan son anda kurtuldum, kafamı sallayarak. Kolumun beyazlığına konan kan damlasına takıldı gözüm sonra. O kadar netti ki üstünden pencereyi ya da duvarları görebiliyordum. Niye burada olduğumu düşünmeye çalıştım ama beceremedim. Her seferinde dağılıp gidiyordu kafam, bit pazarından alınan döküntü bir eşya gibi. Yandaki duvara tutunarak bir iki adım attım. Konsolun üstündeki kağıt dikkatimi çekince durdum. Beklentiyle uzandım. Boş olduğunu fark edince elimi yine bedenimin yanındaki yerine çektim. Duvarda asılı çizelgeyi gördüm sonra. Hemşire tarafından tarih atılmış ve yanına bir şeyler karalanmıştı. Anlamaya çalıştıkça daha büyük bir boşluğa düşüyordum. Kendimi oradan zorlukla alıp banyoya kadar yürüdüm her adımımı büyük bir dikkatle atarak ve tam da orada yine bayılacak gibi oldum. Parmaklarımı pervaza geçirip bir süre bekledim. Gözümün kararması az sonra geçip beni yine o iğrenç bulantıyla baş başa bıraktı. Aç mıydım? Düşündüm yine. Eğildim karnıma doğru ve elimi üstüne koyduğumda iyi hissettim. Kim olduğumu biliyordum. Bir hastane odasında uyandığından başka bir bilgiye sahip olmayan, hafızasını yitirmiş biri değildim. İsmimi defalarca tekrarlamış ve üstümde bıraktığı etkiden oldukça memnun kalmıştım. Kollarımı ellerken aldığım hazza biraz şaşırdım. Kim bilir ne zamandır, diye mırıldandım ve birden aklımda bir yerlerde bir şeyler ışıldadı. Bir his. Fakat bir kez daha, adlandıramadım onu. Işığı açıp içeriye girdim. Aydınlığa yenik düşmeyi reddetti belli bir süre, banyoya sinmiş karanlık. Nem kokusu burnuma dolduğu anda sızlanmaya başlayıp dışarı çıkmam için yalvaran güdüye direnerek orada kaldım. Yosun tutmuş aynaya bakıyordum şimdi. Üstünde bir solucanın kıvrıla kıvrıla dolaştığını görebiliyordum. Duşakabinin perdesi lime lime olmuş, parçaları yere sarkmıştı. Borular tamamen paslıydı. Takır tukur bir gürültü dolaşıyordu içlerinde. Karşımdaki görüntü, yattığım odanın temizliği ve yeniliğiyle öylesine bir tezat oluşturuyordu ki gözümü kırpıştırıp bir daha baktım her şeye. Yosunları söküp attım ve aynaya yaklaştırdım yüzümü. Görünüşüm hiçbir sürpriz sunmadı bana. Aynıydım. En son aynaya ne zaman baktıysam aynen öyle. Hafif sakallı, saçlarım kıvrımını alacak kadar uzun. Gözlerim sanki hiç uyumamışçasına parlak parlak bakıyordu. Sağlıklı bir halim vardı. Ve titremiyordum artık. Sadece zeminle bedenim arasındaki yabancılıktı devam eden. Bastığım yeri yeterince algılayamıyormuşum gibi. Rüyada olup olmadığımın kararını bir türlü veremiyordum. 

Banyodan çıkıp komodinin oraya döndüm. En üstteki plastik bardağı diğerlerinden ayırıp su makinesinin orta bölümüne uzattım. Bir anda çamurumsu bir şeyle doldu içi. Tiksinerek attım elimden, duvara kahverengi bir fırça darbesi indirerek. Bir süre ağzıma gelen yüreğimi yatıştırmak için bekledikten sonra uzanıp çizelgeye baktım. Daha önce yaptığım gibi, en az bir dakika dönüp dönüp inceledim tarihi. 25 Mart 2010. Benim için hiçbir şey ifade etmediğini iyice idrak ettikten sonra garip bir korku yürüdü üstüme. Koridora doğru döndüm ve sanki yaklaşıverdi birden dışarıdaki duvarın açık pembe boyalı çıplak yüzü. Neden tedirgin olduğumu biliyordum artık. Yürüdüm yavaşça. Bir kez daha birilerine seslenmek geldi içimden. Durdum. Kuruyan dudaklarımı yalayıp ıslattım. Sonra vazgeçtim bağırmaktan. İçimi yiyip bitiren merak, her yere sinmiş o dehşet verici sessizliğin sonucuydu. Özel bir hastane olduğu belliydi kaldığım yerin ama yine de, gürültüden bu denli arındırılmış olabileceğine ihtimal vermiyordum. Çıplak ayaklarımın yerde çıkardığı çıtırtıları dinleyerek ilerledim. Kafamı uzattım. Ve gerçekten de kimsenin olmadığını gördüm orada. Koridorun sonundaki hemşire istasyonunun da boş olduğunu anladığımda artık tam da ortasında duruyordum yolun. Sırtımın tamamen açık olmasından hiçbir utanç duymadan, sadece kafamdaki şüpheye odaklanmış olarak bir iki adım atıp yapıştığım ilk tokmağı çeviriverdim. Gıcırdayarak geriye giden kapının arkasında bembeyaz duvarlardan, açık pencereden çıkmış uçuşan bir perdeden başka bir şey göremedim. Yeniden koridora dönüp tek bir kere bağırdım. Heey! Duvarlara vura vura büyüyüp gitti ses asansöre doğru. Cevabı beklemeden bir sonraki odaya daldım. Orada da kimse yoktu. Sadece bir somya. Üstünde ne yatak ne de çarşaflar. Böylece, beş dakika boyunca kapıları açıp kapattım, bazen şiddetle çarptım. Ellerim bomboş geriye dönerken büyük bir hayal kırıklığı duyumsuyordum. Kapımın önünden geçerek bir iki adım atıp durdum. Donmaya yüz tutmuş ayaklarımı ovuştururken 4003 numaralı, benimkinden bir önceki odanın kapısına bakıyordum şimdi. Bir tek o kalmıştı göz atmadığım. Garip bir his çullandı o an üstüme. Sanki orada birisini bulacakmışım gibisinden bir düşünce. Boğazım kuruyuvermişti ve aslında tam tersinin yaşanması gerekirken, saçma bir tedirginliğe kapılmıştım. Kapının tokmağını tuttuğumda korku da geldi yanıma. Kafamı salladım bu duygudan uzaklaşmak için. Sonra ittirdim kapıyı. Bir anda! Hızla duvara çarparken bir adım geriledim. Tüylerim ayaklanıvermişti ve bana oradan çabucak uzaklaşıp bir yetkili bulmamı söyleyen iç sesimle baş etmeye çalışıyordum. Beyaz terlikler, bir bavul ve solmuş çiçeklerle kaplanmış kenarlıklar oldu ilk gözüme çarpanlar. En az bir dakika soluğumu tutarak bekledikten sonra girdim içeriye. Başımı hafifçe uzatmış ilerler ve yatağı bir türlü göremezken kalbimin tok vuruşları da yanımdaydı. Yavaşça açıldı sonra her şey. Dağınık battaniyenin altında bembeyaz çarşaflar, içinde kimsenin yatmadığını açıkça gösterdiğinde bile bir rahatlama hissetmedim. Ziyaretçilerin oturma koltuğuna bırakılmış bir kitap dikkatimi çekince üstüme sinen o pis duyguyu da yanımda sürükleyerek oraya yöneldim. Elime aldım. Ayracı bulup araladım kitabı. Altmış altıncı sayfada kalmıştı okuyan. 

“Kırmızı noktaya dokundum. Yıllar boyu, bir daha bir daha, kim bilir kaç kez hep bunun düşünü görmüştüm. Tıpkı onu öyle, bedeni çoktan soğumaya başlamışken bulduğum o konumda, dolaşmış çarşaflar arasında… Belimden ikiye katlanmış, tüylerim ürpererek uyanırdım hep. Onun başından geçenleri uykularımda yeniden yaşamaya çalışırdım sanki. Sanki zamanı geriye döndürüp ondan bağışlamasını dilemeyi, hiç olmazsa ilacın etkilerini duymaya başladığı, dehşete boğulduğu o son dakikalarında ona eşlik etmeyi umardım. Küçücük sıyrıktan ödü kopan, acıya da kan görmeye de dayanamayan o…” 

Çevirdim ve kapağındaki isme göz gezdirdim. Stanislaw Lem. Solaris. Bu kitabı okuduğumu hatırlıyordum fakat yine de hiçbir şey ifade etmemişti bana o paragraf. 

Odayı incelemeye giriştim sonra. Fakat başka bir şey bulamadım. Dolabın içinde giysiler olacağından o kadar emindim ki oysa. Bavulda da öyle… Orada yatan kişi, toplanıp çıktıysa, bavulunu ve kitabını niye geride bırakır diye bir süre mantıklı bir neden bulmaya çalıştım. Çizelgesi de yerinde yoktu. Yırtılmış ve kimbilir nereye atılmıştı. Kitabı alıp duvara çarptım. Oradan sıçrayıp yere konduğunda, sayfaları bir kez daha açıldı ve öylece kaldı düştüğü zeminde. Yine altmış altıncı sayfa çıkmıştı ortaya. Hafif aralık duran balkon kapısına yürüyüp dışarı çıktım. Bir metreye yarım metre küçücük bir yer. Tırabzana tutunup, hastaneyi çevreleyen diğer kanattaki pencereleri taradım birkaç kez. Bir güvercin uçup yandaki balkona kondu. Gurultuları dünyaya çökmüş o büyük sessizlikte büyük bir gürültü gibi geldi bana. 

“Kimse yok mu?” diye bağırdım. “Heeeey!” 

Yankılar uzaklaşıp gitti arkasında küçücük zonklamalar bırakarak. 

O an, belki de beynimde yarattığım bir çıtırtıyla içimde büyük bir volkan gibi patlayıverdi korku. 

Dönerken birisiyle karşılaşmaya o kadar hazırdım ki! Ellerim önde, gardımı almış, bağırma dürtüsüne karşı koyarak durup bir kez daha ıssızlığın o yorucu hissiyle baş başa, öylece baktım uçuşan perdeye. 

Şaşkınlık yerini yavaş yavaş kızgınlığa bırakıyordu. Her seferinde, aşılması çok güç bir duvara toslamak sinirlerimi yormaya başlamıştı. İçeri girip son bir kez baktım yatağa ve hızla dışarı çıktım. Kendi odama gidip dolabı açtım. Terlik oradaydı. Örümcek ağlarının tam ortasında asılı duruyordu. Elimi iki kez uzattıysam da bomboş çektim geriye. Cesaret edemiyordum bir türlü ağlarla buluşmaya. Hızla dışarı çıktım sonra. Bedenimi olması gerektiği gibi hissedebiliyordum artık. Asansörü çağırdım ama ışığının yanmadığını görünce merdivenlere atıldım. İndiğim ilk katta odalara baktım yine ama diğer katlarda buna gerek duymadım. Giriş katına indim ve resepsiyonun oraya gelinceye kadar da hiç durmadım. Kimse yoktu. Delirmemek için çabuk olmam gerektiğini hissediyordum. Cam kapı, önüne varır varmaz iki yana açıldı. Rüzgar yüzüme vurup içerinin köhne havasını ilerilere savurdu. Dışarı attım kendimi. Hastanenin giriş basamaklarının önünde park halindeki arabalardan başka bir şey olmadığını gördüm böylece. Aşağı inip ilerledim gözlerim yuvalarında dört dönerek. Büfeler, eczaneler, restoranlar, her yer kapalıydı. Sağdaki sokağa sapıp aşağıya koşturdum ve Pazar günü de olsa tıklım tıklım insan kaynayacak o koca caddede tek başıma, mavi hastane elbisem ansızın çıkan rüzgarla dalgalanırken, koca bir alık gibi durdum. Çevremde dönüp duran balkonlar, dükkanlar, arabalar, kaldırımlar binlerce soruyla üstüme saldırıyor ve ben, ağlama duygusuna karşı koymaya çalışıyordum. 

İnsanlar! 

Yoktular! 

Çöktüm oraya ve simit satılan camlı, küçük seyyar arabanın yanında bir sokak köpeğinin gözlerinin üstüme dikildiğini de o anda fark ettim. Heyecanla ayağa fırladım hemen. Bir iki adım attım ve sanki ilk kez insan görüyormuşçasına bir inlemeyle korku içinde kaçıp gitti o. 

“Geh, geh oğlum,” diye bağırdım arkasından ama sokağın başına kadar koştursam da bulamadım izini. Sanki bana bir açıklama yapacakmış gibi bu zavallı hayvancıktan medet ummam komikse de gülecek halim falan yoktu. 

Caddeye dönüp yukarıya doğru yürümeye başladım. Trafik lambaları düzgün bir şekilde çalışıyordu. Annemin yüzünü gözlerimin önüne getirmeye çalışırken kırmızı yandı. Simsiyah saçların altında beyaz beyaz ışıldadı gülüşü yine de. Ansızın mutlulukla doluverdi içim. Ve ardından yine ağlama hissiyle sarmalandım. “Çok saçma bu,” diye mırıldanırken sokak aralarından köpeklerin ulumaları ulaştı kulaklarıma. “Nereye gitti herkes?” Eksenimde biraz dönünce karşıdaki pastaneyi farkettim. Bazı görüntüler önüme ürkek kuşlar gibi konup ben yürüdükçe uçuşmaya başladılar. Kumral bir kızı gülerken gördüm. Dişlerinin ışıltısını, gözlerinin parlaklığını, teninin duruluğunu hatırladım birer birer. Beyaz cappuccino bardağını ağzına doğru götürürken bir şeyler söylüyordu bana. Dudaklarının kırmızı dolgunluğu oldukça iç gıcıklayıcıydı. Saatlerce doyamadan bakacağımı düşündüm, hayal silinip gitmese. Ama ben vardım şimdi karşımda. Aksime yavaşça yaklaştım. Ellerimi dayayıp içeriye baktım camın tozlu yüzeyinin arasından. Işıkların yanık olduğunu görünce, kapıyı ittirdim. Kilitliydi. Bir tekme atıp kırmayı düşündüm o an. Çevreye bakındım. Ve vazgeçtim aklıma gelen başka bir şeyle. Biraz yana çekilip apartmanın zillerine bastım tek tek. Balık avlamak gibiydi. Hiçbir şey düşünemeden sadece camdaki yüzümü inceleyerek, sokağa çökmüş ölümü yırtacak bir hayat belirtisi beklerken hissettiğim huzur... Ne diyafon açıldı ne de otomata bastı kimse. Balkonsuz apartmanı gözümden kaçırmadan yavaş yavaş geriye çekildim ve haykırarak döndüm etrafımda. 

“Heeey! Allahın belası herifler! Dışarı çıkın!” 

Ve hiçbir cevap beklemeden koşturmaya başladım Osmanbey metrosuna doğru. Neredeyse donmaya yaklaşmış ayaklarımın acısı başıma vuruyordu artık ve yan tarafımdaki mağazayı görünce durup kapısına dayanmaktan başka bir şey gelmedi aklıma. Neredeyse çıplaktım ve bunu, o ana kadar öfkemi yatıştırmak için kullandığımı daha yeni algılıyordum. Bir şaka olmadığını anlamıştım artık başıma gelenin ve sinir ya da neyse ne, uçup gitmişti beynimden. Sadece ortaya çıkmasını istiyordum herkesin. Ya da uyanmak! 

O anda aklıma şu düşüncenin çökmesi çok doğaldı. Rüyada olabilir miydim? 

Yüzlerce korna ve birbirine geçmiş bir trafiğin gece gündüz boş bırakmadığı caddenin ortasına kadar yürüdüm ve elbisemi kaldırıp doya doya işedim betona. Sapsarı akıp gitti sıvı beyaz çizgi boyunca ve bir süre sonra yerin griliğine geçip öyle devam etti yoluna. 

Güldüm elimde olmadan. 

Çılgınlığın benliğimi yavaştan ele geçirmeye başladığını fark edebiliyordum. 

Hızla yürüyüp büyük bir kararlılıkla yumruğumu geçirdim mağazanın camına. Korktum aynı anda tüm bedenimle ve hızla geri çektim elimi hemen hemen saniyelik bir farkla. Aşağıya şelale gibi inen cam parçalarından kaçarken çocuk ruhum geri gelmiş, gözlerim acemi bir şekilde kısılmış, çenem boynumun içine doğru çekilmişti. Ortaya çıkan ses öylesine yıkıcıydı ki, sadece ben değil, kuşlar da büyük bir korkuya kapıldı. Kanat sesleri apartmanların soluk boyalarına pat pat vurup yok oldu. Dikkatle yaklaşıp, kırık camların arasından vücudumu geçirerek vitrin mankeninin hemen yanına koydum ayağımı. Tepemde sallanan parçadan sakınarak süzüldüm diğer tarafa. Mağazanın karanlığına doğru yürüdüm yere atlayıp. Ne bir polis sireni ne de başka bir şey. Orası benimdi artık. Kalbimin çarpıntısını geride bıraktım giysilere doğru ilerlerken. Bir canvas pantolon, boğazlı ve pamuklu sarı bir sweatshirt buldum. Sonra ışığı keşfettim ve her şey bir anda gözlerimin önüne seriliverdi. Ayakkabı reyonuna gidip deri kaplı bir koltuğa oturdum. Camlı bölmenin tam karşısındaydım. Kafamı kaldırıp bir süre inceledim kendimi. Ve birden, sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Ağladıkça daha fazla anı çıktı saklandıkları yerlerden. İnsanların yok olup gittiği bu iğrenç şehirde birden hayaletlerle çevrelendim. Yere düştüğüm gün de o an geldi aklıma. Annemin üstüme doğru koşuşu. Yüzündeki acı. Ölüm korkusuyla içimde, gizli bir kuyudan fırlayıp tüm dünyaya yayılan zavallı haykırış… 

Bir kez daha o his gelip oturmuştu yanıma. Gözyaşlarımı silerken, aynaya baktım. Beni dışarıdan izleyen üzüntülü bir yabancı duruyordu sanki karşımda. 

Bayramlık çocuklar gibi baştan ayağa yenilenmiş olarak, tekrar caddeye çıktığımda kafamda tek bir düşünce vardı. Bir an önce eve gitmek. Camlarda, güzel bir kaban, parıltılı şık ayakkabılar, karmakarışık saçlar olarak dalgalanıyor, pervazlarla kesiliyor, duvarlarla yok oluyor ama her seferinde yine çıkıveriyordum bir yerlerden. Kurtuluş caddesine gelirken içimdeki tedirginlik, somut görüntülere kapılıp dehşete döndü. Paniğin yüreğimde yükselmeye başladığı her sefer olduğu gibi yine uyuşuyordu karnım acıyla. İçine düştüğüm kabusun bana sunduğu sahneleri anlamlandırmaya çalışıyordum. Sarmaşıklarla, yosunlarla kaplanmış apartmanlar vardı Taksim’e doğru giden ana caddede. Bazı ağaçlar inanılmaz bir şekilde büyüyüp dairelerin içinden geçip gitmişti. Yürüdüm hızla ve sadece metronun değil bir sürü apartmanın da çökmüş olduğunu gördüm. En şaştığım şey ise büyük bir hanın altıncı kat penceresinden içeri girmiş, kıçı dışarıda kalmış bir kamyondu. Yanağıma sıkı bir tokat atma isteğimi zor durdursam da bacağımı son gücümle sıkmaktan kendimi alamadım. Acı yanağımdan beynime yürüyüp ağzımdan küçük bir inleme koparsa da bedenimi ele geçirmiş şokun yanında oldukça zayıf kaldığından yüzüm taşlaşmış halini korudu. Ters dönmüş, ezilip kağıt haline gelmiş bazı arabaların yanından geçtim ve Harbiye’ye uzanan yolu iyice bir gözden geçirdim. Askeri müze, içinde bir şey patlamış gibi ikiye yarılmıştı. Bahçesinden hâlâ sönmemiş küllerin dumanlarının yükseldiğini görerek bilinçsizce ilerliyordum. Biraz ileride gökyüzüne yükselen otele kaydı bakışlarım. Sanki koskoca bir fare her tarafından büyük bir iştahla kemirmişti. Herhalde metronun tavanı göçmüş olacağından, bazı yerlerde koskoca kara delikler açılmıştı. Taksim’e doğru havayı yoğun bir sis kaplamış, geride kalan nice kabusu gözlerimden saklamayı başarmıştı. Sarhoş gibi hissediyordum. Bu kadarı bana fazla gelmişti. Yaşamda tek başına kalmış bir insan korku duyar mı sorusunun karşılığının ne olduğunu artık biliyordum. Eve gitmem lazım, diye tekrarladım içimden ve bunu on kez yineledikten sonra buldum ne yapacağımı. Feriköy’e doğru ilerleyen ara sokaklardan birine girdim. Park halindeki araçların kapılarını zorlayarak yürüdüm bir süre. En az elli tane. Hepsi de kilitliydi. Otobüs, metro, taksi, ortalıkta hiçbir şey görünmediğine göre eve ulaşabilmem için tek yol bir arabayı ele geçirmemdi. O yakınlarda bir galeri olmadığını biliyordum. Evlere girsem bir anahtar bulur muydum acaba? Neyle kıracaktım peki kapıları? Düşünceden düşünceye atlayan beynimle başetmeyi bırakıp önümdeki arabaya baktım. Bir arkadaşımı, daha önce yaparken izlemiş olsam da düz kontağı becerme ihtimalimin oldukça düşük olduğuna emindim. Ne düşünsem beni aşırı geciktirecekmiş gibi geliyordu. Ayrıca, acıkmıştım artık ve sinirlerim de her saniye biraz daha bozuluyordu. Yürümeye devam etmekten başka bir şey gelmemişti aklıma. Bir başka yolun girişine gelir gelmez, elli metre kadar ileride hafif yan dönmüş bir taksi gördüm. Park edecek vakit bile bulamamıştı. Farketmeden koşturmaya başladım. Yaklaşırken diğer taraftaki kapının açık olduğundan hiç kuşkum kalmadı. Sevinç ve korku beynimde birbirine dolanıp yüreğimi sıkıştırıverdi o sırada. Yavaşlarken gözlerimi kısmış, hafif yan dönmüştüm. Orada bir ceset bulma fikrinin ne diye birden üstüme çullandığını anlayamıyordum. Her adımım bir dakikaya kadar uzarken durmadan yürüdüm. Arabanın arka penceresinden önüme çırılçıplak siyah koltuklar serilince, bir iki adım daha atıp eğildim. Sonra büyük bir umutla uzandım ve anahtarı kontağın üstünde bulunca da tarifsiz bir neşeye kapıldım. Hemen şöför koltuğuna kurulup arabanın kapısını kapattım. Ve tüylerim diken diken olurken hızla kilitledim her yeri. Anahtarı titreyen ellerimi kontrol etmeye çalışarak çevirdim ve motorun sesi bir sevinç çığlığı gibi yükseldi apartman duvarlarının arasında. El frenini indirip, gazı köklerken, biri ortaya çıkıp camı kıracakmış duygusu öylesine baskındı ki salakça bir patinajla, sağa sola savrularak kaldırabildim arabayı. Köşeye varışımın da bu kadar ani olabileceğini hesaplamadığım için direksiyonu sonuna kadar kıvırsam da arabayı toparlamayı başaramadım. Kaldırıma çıkıp sol kaportayı duvara büyük bir hızla vurarak devam ettim yola ve caddeye de kontrolden çıkmış deli bir at gibi fırladım. Yanık lastik kokularını geride bırakarak ters yönde, sürebileceğim en yüksek hızda sürdüm taksiyi eve doğru. Sadece göçüklere değil başka şeylere de dikkat etmem gerekiyordu. Koyun, inek gibi hayvanlar serilmişti her yana ve büyük bir aymazlık içinde görünüyorlardı. Sadece kenarıya kaçışan köpekler kızgınlıkla havlıyordu kornamı duyunca. Gayrettepe viyadüğünü geçip Barbaros Bulvarı’na indiğimde bembeyaz bir at bir süre eşlik etti bana. Hızımı iyice düşürüp onun yanımda rahvan akışını izlerken şehri böylesine bir yıkıma nasıl bir felaketin sürüklediğini anlamaya çalıştım. Uyanmış ve hastanede bulmuştum kendimi. Bitkisel hayatta mıydım ve eğer öyleyse, kaç yıldır bu durumdaydım? İnsanlar şehirlerden kaçtı diyelim; apartmanların çökmesi, her yanın bitkilere, hayvanlara teslim olması ve daha da bir sürü anlamsız şeyin yaşanması iki günde olup bitemeyeceğine göre ben kolumdaki o dandik serumla mı hayatta kalmayı başarmıştım? Peki beni arkada bırakmaları normal miydi? Doğal bir felaket, nükleer bir saldırı, uzaylılar tarafından istila… Üstüne düşündükçe, olasılıklar yanından geçtiğim, moloz yığınına dönüşmüş şu meşhur ikiz kulelerden daha beter bir şekilde çöküyor, beynim aldığı darbelerle düşünme yetisini kaybetmiş bir pelteye dönüşüyordu. İskeletler neredeydi? Eridiler mi? Öyleyse ben nasıl mışıl mışıl uyumaya devam ettim? “Allah kahretsin,” diye bağırdım direksiyona vurup ve birden sinirim beni terkedip gitti. Allah lafıydı yüzüme hastalıklı bir gülüş yerleştiren. Sadece onla kaldıysak geride, beni duyma ihtimali de oldukça yüksekti doğrusu. Tam da bunu düşünürken Sanayi Sitesi’nin içindeki koca caminin yerle bir olduğunu görmem bir tesadüf müydü acaba? Gözüm oraya bir bakış attığı için mi radyoyu aklıma getirdim, yoksa başımı aşağı çeken bu kadar basit bir şeyi dikkate almadığım için bana kızan bilinçaltım mıydı? Uzanıp düğmeyi çevirmeye giriştim heyecanla. Kulaklarım parmaklarımın ucuna yerleşmiş gibiydi ve tüylerim birden ayaklanıverdi içeriye dolan sesle. İnsanın en beklemediği anda birden dudağına yapıştırılmış bir öpücük gibiydi. Yalnızlığın delice mahkumiyeti sona ermişti, birileri bir yerlerden yayın yapıyordu. Hem de ne şarkıyla! O gün dinlemiştim en son bunu. Bilincimi kaybetmeden bir saat kadar önce. Shine On You Crazy Diamond. İkinci bölüm. Çılgınca bir gülüşle kornaya abandım ve eşlik ettim nakarata. Tam da bu anda atladı bir şey. Cızırtı öylesine ani geldi ki, neredeyse direksiyonu bırakıyordum ellerimden. Sadece şarkıydı ama allak bullak olan, başka bir şey değil. Gitar ve synth’in beraber sürüklediği solo bölümüne dönmüştü bir atlamayla. Gözüm yolda kulağım radyoda bekledim boktan bir suratla. İki dakika bir saate kadar uzasa da yolun akışına yenik düşüp bitti sonunda. Mutsuz son yüzüme bir tokat gibi çarptı. Çizikten sekip geriye düştü yine şarkı. Hemen uzandım öne ve tüm kanal boyutunu hızla taradım. Hışırtılardan başka bir şey yoktu. Şu anda ruh halimi bu hışırtılardan daha iyi anlatacak bir şey bulmam imkansızdı. Patlamanın hemen kıyısında, boktan bir ifadeyle yola bakıyor ama neredeyse hiçbir şey göremiyordum artık. Tekrar şarkıya döndüm ve o belli aralıklarla atlarken ben inatla devam ettim yoluma. Eve dönen sapağa geldiğimde artık beni şaşırtacak bir şey kalmamıştır diye düşünürken siteye uzanan yolun ağaçlardan bir tünelle kapkaranlık bir koridor oluşturduğunu gördüm. O ana kadar, çevrenin garip bir biçimde ormanlık alanlara yenildiğini hissetsem de böylesine bir yoğunlukla karşılaşmayı beklemiyordum. Öfke ve merak korkumu çoktan bir bataklığa atıp boğmuştu. Tünele girdim ve tüm seslerin yokolduğunu hissettim. Motor sesi bile boğulup giderken sadece nefesim, ben ve Pink Floyd kaldı geride. Farları açtım. Aydınlanan yolda ne çalı çırpı ne başka bir şey görünüyordu. Yepyeni duruyordu asfalt. Dörtyol ağzının olması gerektiği yere son hızla inerken yaprakların oluşturduğu yoğun doku ne okulu ne de o boktan eğlence merkezini görmeme izin vermedi. Yol, alıştığım üzere önce sağa sonra sola falan kıvrılmayıp dümdüz ilerleyince iyice yavaşladım. Böyle olmamalıydı! Yokuşu çıkarken ise tünelin diğer tarafında bir ışığın yoğun bir şekilde parladığını gördüm. Sanki güneşe kestirme bir yol bulmuştu birileri. Araba dışarıya konarken kendimi her türlü sonuca hazırladım ve yumuşamış kaslarımın da ilk kez müthiş bir gerilime kapıldığını hissettim. Manzara bir yıkımı sundu önüme. Fren acı bir şekilde yırttı havayı ve ayağımı ne kadar gömsem de yine engelleyemedim arabanın moloz deryasına dalmasını. Sarsıntılarla ilerlerken birbirine çarpmasını durduramıyordum dişlerimin ve dilimin araya girmemesi için dua etmekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Sonra birden durdu araba. Ayağımı debriyajdan çekince de silkinerek son nefesini bırakıverdi kızgın bir boğa gibi. Kapıyı açıp aşağıya atlarken yıkılmış gitmiş apartmanların tamamen taşa toprağa dönüştüğünü, çoğu yerin ince bir kumulla kaplandığını gördüm. Bir tek apartman, tümüyle yıpranmış ve bazı katlar içinde patlama olmuşçasına camsız ve duvarsız kalmış olsa da dimdik ayakta duruyordu. Bizimkiydi bu. Aşağıya, İstinye’ye doğru inen binlerce konutluk sitelerden de eser yoktu artık. Bir orman deryasıyla kaplanmıştı bayırlardan denize uzanan alan ve ben eskiden parkın olduğu yerde, ayaklarım molozların içine gömülmüş, hayretle bakıyordum. Artık düşünme yetimi kaybetmiştim. Taksiden dışarıya müziğin sızdığını ve Richard Wright’ın kilise tonuyla soloyu sürüklediğini duyabiliyordum. Öne atıldım birden. Ara parkın ve bakkalın üstünden geçip bir tepecikten aşağıya atladım. En az on metre öteye savrulmuş dış kapı pervazının yanından dolaşıp, basamakların olması gerektiği yere vardım. Atlayıp ellerimi bastırdım ve vücudumu yukarı çektim. Ne cam ne de kapı vardı önümde. İçeriye daldığımda nemden dökülmüş gitmiş duvarları gördüm ve asansöre gitmenin anlamsızlığını bir çabuk idrak ettim. Otomat çalışmıyordu. Karanlıkta ilk basamağa ayağımı attığımda durup yukarıya baktım ve cesaretimi yerine getirmek için kocaman bir nefes çektim içime.
BLOG DESIGN BY BİR OTAKUNUN DÜNYASI