Sırada Ne Var?
Turumuzun 3. gününden herkese merhaba! Bugün Çağan Dikenelli'nin yeni çıkacak kitabından bir bölüm paylaşacağım sizinle. Şimdiden keyifli okumalar dilerim :)
Bu arada hem facebook sayfamızdaki hem de bloglarımızdaki çekilişlerimiz devam ediyor, katılmayı unutmayın!!!
Kule- Çağan Dikenelli
Gözümü açtım.
Birisi deklanşöre basmış da, enstantane kapanıp açılacakken bir an için karanlıkta kalan dünya ansızın ortaya serilmişçesine bir histi yaşadığım.
Sadece o anda, başka bir yere dikmiştim gözlerimi. Daha önce nerede kapadıysam, hâlâ içimde duyumsadığım özgürlük duygusu yanıma uzanmış benle birlikte bakıyordu tavana ve çok geçmeden de çekti gitti.
Bir süre duvarın tırtıklarını inceledim. Çırılçıplak ampul, sallanıyor gibi görünse de gözlerimi kırpıştırdığımda duruyordu hemen. Nefesimle etrafımda ne varsa şişip yine geriye iniyordu. Sabahın soğuğunu algılayabiliyordum ama üşümemiştim. Üstümdeki battaniyeyi atıp ayağa kalkmaya çalıştım. Beceriksizce geriye düştüm sonra. Tutulmuş, belki de kireçlenmiş boynumu kütürdeterek güçlükle yana çevirdim. Parça parça doluştu tüm detaylar beynimin içine. İnildeyerek bir kez daha denedim ayağa dikilmeyi. Duvarlar üstüme gelince, yine geriye yıkıldım. Hastane odasının beyazlığından gözlerimi kaçırdım bir kez daha, midemin bulantısından kurtulmak niyetiyle.
Hastane mi?
Kusma duygusuyla baş etmeye çalışırken pencerenin gerisindeki lacivert gri gökyüzüne diktim gözlerimi. Hatırlamak isteği öylesine yoğundu ki başa çıkamayıp bir küfür savurdum ama dışarı dökülmedi boğazımın kuruluğundan. Doğrulmayı başaramayacağımı anlayınca yan döndüm. Her kasıma ayrı ayrı yansıdı çabam. Kesif bir ağrı… Sağ bacağımı aşağı salladım, kalçamı yatakta hafif kaydırdım ve bir anda yerin soğuğuna kondu ayaklarım. Yeni doğmuş bir tay gibi titreyerek bir süre durdum orada. Odanın bomboş olduğunu görmeme yetecek kadar bir zaman. Kapı açıktı. Seslenmek istedim birilerine. Aklıma hiçbir isim gelmemesi engelledi bunu. Başımı sallayıp neler olabileceğini düşünmeye çalıştım. Sonra birden uyandı bir şeyler. “Hemşire!” Sesimi tanıyamamanın verdiği rahatsızlıkla koridora bakmaya devam ettim ama hiçbir şey değişmedi. Kolumdaki bandajı söküp, içinde sıvıdan eser kalmayan serumun iğnesini yavaşça çektim dışarı. Vidanın metalindeki pas parmağımın üstüne dökülüyordu. Kaç dakika sürdüğü belli olmayan bu çaba hastane giysime koyu yaş lekelerle yürüdü ve bayılmaktan son anda kurtuldum, kafamı sallayarak. Kolumun beyazlığına konan kan damlasına takıldı gözüm sonra. O kadar netti ki üstünden pencereyi ya da duvarları görebiliyordum. Niye burada olduğumu düşünmeye çalıştım ama beceremedim. Her seferinde dağılıp gidiyordu kafam, bit pazarından alınan döküntü bir eşya gibi. Yandaki duvara tutunarak bir iki adım attım. Konsolun üstündeki kağıt dikkatimi çekince durdum. Beklentiyle uzandım. Boş olduğunu fark edince elimi yine bedenimin yanındaki yerine çektim. Duvarda asılı çizelgeyi gördüm sonra. Hemşire tarafından tarih atılmış ve yanına bir şeyler karalanmıştı. Anlamaya çalıştıkça daha büyük bir boşluğa düşüyordum. Kendimi oradan zorlukla alıp banyoya kadar yürüdüm her adımımı büyük bir dikkatle atarak ve tam da orada yine bayılacak gibi oldum. Parmaklarımı pervaza geçirip bir süre bekledim. Gözümün kararması az sonra geçip beni yine o iğrenç bulantıyla baş başa bıraktı. Aç mıydım? Düşündüm yine. Eğildim karnıma doğru ve elimi üstüne koyduğumda iyi hissettim. Kim olduğumu biliyordum. Bir hastane odasında uyandığından başka bir bilgiye sahip olmayan, hafızasını yitirmiş biri değildim. İsmimi defalarca tekrarlamış ve üstümde bıraktığı etkiden oldukça memnun kalmıştım. Kollarımı ellerken aldığım hazza biraz şaşırdım. Kim bilir ne zamandır, diye mırıldandım ve birden aklımda bir yerlerde bir şeyler ışıldadı. Bir his. Fakat bir kez daha, adlandıramadım onu. Işığı açıp içeriye girdim. Aydınlığa yenik düşmeyi reddetti belli bir süre, banyoya sinmiş karanlık. Nem kokusu burnuma dolduğu anda sızlanmaya başlayıp dışarı çıkmam için yalvaran güdüye direnerek orada kaldım. Yosun tutmuş aynaya bakıyordum şimdi. Üstünde bir solucanın kıvrıla kıvrıla dolaştığını görebiliyordum. Duşakabinin perdesi lime lime olmuş, parçaları yere sarkmıştı. Borular tamamen paslıydı. Takır tukur bir gürültü dolaşıyordu içlerinde. Karşımdaki görüntü, yattığım odanın temizliği ve yeniliğiyle öylesine bir tezat oluşturuyordu ki gözümü kırpıştırıp bir daha baktım her şeye. Yosunları söküp attım ve aynaya yaklaştırdım yüzümü. Görünüşüm hiçbir sürpriz sunmadı bana. Aynıydım. En son aynaya ne zaman baktıysam aynen öyle. Hafif sakallı, saçlarım kıvrımını alacak kadar uzun. Gözlerim sanki hiç uyumamışçasına parlak parlak bakıyordu. Sağlıklı bir halim vardı. Ve titremiyordum artık. Sadece zeminle bedenim arasındaki yabancılıktı devam eden. Bastığım yeri yeterince algılayamıyormuşum gibi. Rüyada olup olmadığımın kararını bir türlü veremiyordum.
Banyodan çıkıp komodinin oraya döndüm. En üstteki plastik bardağı diğerlerinden ayırıp su makinesinin orta bölümüne uzattım. Bir anda çamurumsu bir şeyle doldu içi. Tiksinerek attım elimden, duvara kahverengi bir fırça darbesi indirerek. Bir süre ağzıma gelen yüreğimi yatıştırmak için bekledikten sonra uzanıp çizelgeye baktım. Daha önce yaptığım gibi, en az bir dakika dönüp dönüp inceledim tarihi. 25 Mart 2010. Benim için hiçbir şey ifade etmediğini iyice idrak ettikten sonra garip bir korku yürüdü üstüme. Koridora doğru döndüm ve sanki yaklaşıverdi birden dışarıdaki duvarın açık pembe boyalı çıplak yüzü. Neden tedirgin olduğumu biliyordum artık. Yürüdüm yavaşça. Bir kez daha birilerine seslenmek geldi içimden. Durdum. Kuruyan dudaklarımı yalayıp ıslattım. Sonra vazgeçtim bağırmaktan. İçimi yiyip bitiren merak, her yere sinmiş o dehşet verici sessizliğin sonucuydu. Özel bir hastane olduğu belliydi kaldığım yerin ama yine de, gürültüden bu denli arındırılmış olabileceğine ihtimal vermiyordum. Çıplak ayaklarımın yerde çıkardığı çıtırtıları dinleyerek ilerledim. Kafamı uzattım. Ve gerçekten de kimsenin olmadığını gördüm orada. Koridorun sonundaki hemşire istasyonunun da boş olduğunu anladığımda artık tam da ortasında duruyordum yolun. Sırtımın tamamen açık olmasından hiçbir utanç duymadan, sadece kafamdaki şüpheye odaklanmış olarak bir iki adım atıp yapıştığım ilk tokmağı çeviriverdim. Gıcırdayarak geriye giden kapının arkasında bembeyaz duvarlardan, açık pencereden çıkmış uçuşan bir perdeden başka bir şey göremedim. Yeniden koridora dönüp tek bir kere bağırdım. Heey! Duvarlara vura vura büyüyüp gitti ses asansöre doğru. Cevabı beklemeden bir sonraki odaya daldım. Orada da kimse yoktu. Sadece bir somya. Üstünde ne yatak ne de çarşaflar. Böylece, beş dakika boyunca kapıları açıp kapattım, bazen şiddetle çarptım. Ellerim bomboş geriye dönerken büyük bir hayal kırıklığı duyumsuyordum. Kapımın önünden geçerek bir iki adım atıp durdum. Donmaya yüz tutmuş ayaklarımı ovuştururken 4003 numaralı, benimkinden bir önceki odanın kapısına bakıyordum şimdi. Bir tek o kalmıştı göz atmadığım. Garip bir his çullandı o an üstüme. Sanki orada birisini bulacakmışım gibisinden bir düşünce. Boğazım kuruyuvermişti ve aslında tam tersinin yaşanması gerekirken, saçma bir tedirginliğe kapılmıştım. Kapının tokmağını tuttuğumda korku da geldi yanıma. Kafamı salladım bu duygudan uzaklaşmak için. Sonra ittirdim kapıyı. Bir anda! Hızla duvara çarparken bir adım geriledim. Tüylerim ayaklanıvermişti ve bana oradan çabucak uzaklaşıp bir yetkili bulmamı söyleyen iç sesimle baş etmeye çalışıyordum. Beyaz terlikler, bir bavul ve solmuş çiçeklerle kaplanmış kenarlıklar oldu ilk gözüme çarpanlar. En az bir dakika soluğumu tutarak bekledikten sonra girdim içeriye. Başımı hafifçe uzatmış ilerler ve yatağı bir türlü göremezken kalbimin tok vuruşları da yanımdaydı. Yavaşça açıldı sonra her şey. Dağınık battaniyenin altında bembeyaz çarşaflar, içinde kimsenin yatmadığını açıkça gösterdiğinde bile bir rahatlama hissetmedim. Ziyaretçilerin oturma koltuğuna bırakılmış bir kitap dikkatimi çekince üstüme sinen o pis duyguyu da yanımda sürükleyerek oraya yöneldim. Elime aldım. Ayracı bulup araladım kitabı. Altmış altıncı sayfada kalmıştı okuyan.
“Kırmızı noktaya dokundum. Yıllar boyu, bir daha bir daha, kim bilir kaç kez hep bunun düşünü görmüştüm. Tıpkı onu öyle, bedeni çoktan soğumaya başlamışken bulduğum o konumda, dolaşmış çarşaflar arasında… Belimden ikiye katlanmış, tüylerim ürpererek uyanırdım hep. Onun başından geçenleri uykularımda yeniden yaşamaya çalışırdım sanki. Sanki zamanı geriye döndürüp ondan bağışlamasını dilemeyi, hiç olmazsa ilacın etkilerini duymaya başladığı, dehşete boğulduğu o son dakikalarında ona eşlik etmeyi umardım. Küçücük sıyrıktan ödü kopan, acıya da kan görmeye de dayanamayan o…”
Çevirdim ve kapağındaki isme göz gezdirdim. Stanislaw Lem. Solaris. Bu kitabı okuduğumu hatırlıyordum fakat yine de hiçbir şey ifade etmemişti bana o paragraf.
Odayı incelemeye giriştim sonra. Fakat başka bir şey bulamadım. Dolabın içinde giysiler olacağından o kadar emindim ki oysa. Bavulda da öyle… Orada yatan kişi, toplanıp çıktıysa, bavulunu ve kitabını niye geride bırakır diye bir süre mantıklı bir neden bulmaya çalıştım. Çizelgesi de yerinde yoktu. Yırtılmış ve kimbilir nereye atılmıştı. Kitabı alıp duvara çarptım. Oradan sıçrayıp yere konduğunda, sayfaları bir kez daha açıldı ve öylece kaldı düştüğü zeminde. Yine altmış altıncı sayfa çıkmıştı ortaya. Hafif aralık duran balkon kapısına yürüyüp dışarı çıktım. Bir metreye yarım metre küçücük bir yer. Tırabzana tutunup, hastaneyi çevreleyen diğer kanattaki pencereleri taradım birkaç kez. Bir güvercin uçup yandaki balkona kondu. Gurultuları dünyaya çökmüş o büyük sessizlikte büyük bir gürültü gibi geldi bana.
“Kimse yok mu?” diye bağırdım. “Heeeey!”
Yankılar uzaklaşıp gitti arkasında küçücük zonklamalar bırakarak.
O an, belki de beynimde yarattığım bir çıtırtıyla içimde büyük bir volkan gibi patlayıverdi korku.
Dönerken birisiyle karşılaşmaya o kadar hazırdım ki! Ellerim önde, gardımı almış, bağırma dürtüsüne karşı koyarak durup bir kez daha ıssızlığın o yorucu hissiyle baş başa, öylece baktım uçuşan perdeye.
Şaşkınlık yerini yavaş yavaş kızgınlığa bırakıyordu. Her seferinde, aşılması çok güç bir duvara toslamak sinirlerimi yormaya başlamıştı. İçeri girip son bir kez baktım yatağa ve hızla dışarı çıktım. Kendi odama gidip dolabı açtım. Terlik oradaydı. Örümcek ağlarının tam ortasında asılı duruyordu. Elimi iki kez uzattıysam da bomboş çektim geriye. Cesaret edemiyordum bir türlü ağlarla buluşmaya. Hızla dışarı çıktım sonra. Bedenimi olması gerektiği gibi hissedebiliyordum artık. Asansörü çağırdım ama ışığının yanmadığını görünce merdivenlere atıldım. İndiğim ilk katta odalara baktım yine ama diğer katlarda buna gerek duymadım. Giriş katına indim ve resepsiyonun oraya gelinceye kadar da hiç durmadım. Kimse yoktu. Delirmemek için çabuk olmam gerektiğini hissediyordum. Cam kapı, önüne varır varmaz iki yana açıldı. Rüzgar yüzüme vurup içerinin köhne havasını ilerilere savurdu. Dışarı attım kendimi. Hastanenin giriş basamaklarının önünde park halindeki arabalardan başka bir şey olmadığını gördüm böylece. Aşağı inip ilerledim gözlerim yuvalarında dört dönerek. Büfeler, eczaneler, restoranlar, her yer kapalıydı. Sağdaki sokağa sapıp aşağıya koşturdum ve Pazar günü de olsa tıklım tıklım insan kaynayacak o koca caddede tek başıma, mavi hastane elbisem ansızın çıkan rüzgarla dalgalanırken, koca bir alık gibi durdum. Çevremde dönüp duran balkonlar, dükkanlar, arabalar, kaldırımlar binlerce soruyla üstüme saldırıyor ve ben, ağlama duygusuna karşı koymaya çalışıyordum.
İnsanlar!
Yoktular!
Çöktüm oraya ve simit satılan camlı, küçük seyyar arabanın yanında bir sokak köpeğinin gözlerinin üstüme dikildiğini de o anda fark ettim. Heyecanla ayağa fırladım hemen. Bir iki adım attım ve sanki ilk kez insan görüyormuşçasına bir inlemeyle korku içinde kaçıp gitti o.
“Geh, geh oğlum,” diye bağırdım arkasından ama sokağın başına kadar koştursam da bulamadım izini. Sanki bana bir açıklama yapacakmış gibi bu zavallı hayvancıktan medet ummam komikse de gülecek halim falan yoktu.
Caddeye dönüp yukarıya doğru yürümeye başladım. Trafik lambaları düzgün bir şekilde çalışıyordu. Annemin yüzünü gözlerimin önüne getirmeye çalışırken kırmızı yandı. Simsiyah saçların altında beyaz beyaz ışıldadı gülüşü yine de. Ansızın mutlulukla doluverdi içim. Ve ardından yine ağlama hissiyle sarmalandım. “Çok saçma bu,” diye mırıldanırken sokak aralarından köpeklerin ulumaları ulaştı kulaklarıma. “Nereye gitti herkes?” Eksenimde biraz dönünce karşıdaki pastaneyi farkettim. Bazı görüntüler önüme ürkek kuşlar gibi konup ben yürüdükçe uçuşmaya başladılar. Kumral bir kızı gülerken gördüm. Dişlerinin ışıltısını, gözlerinin parlaklığını, teninin duruluğunu hatırladım birer birer. Beyaz cappuccino bardağını ağzına doğru götürürken bir şeyler söylüyordu bana. Dudaklarının kırmızı dolgunluğu oldukça iç gıcıklayıcıydı. Saatlerce doyamadan bakacağımı düşündüm, hayal silinip gitmese. Ama ben vardım şimdi karşımda. Aksime yavaşça yaklaştım. Ellerimi dayayıp içeriye baktım camın tozlu yüzeyinin arasından. Işıkların yanık olduğunu görünce, kapıyı ittirdim. Kilitliydi. Bir tekme atıp kırmayı düşündüm o an. Çevreye bakındım. Ve vazgeçtim aklıma gelen başka bir şeyle. Biraz yana çekilip apartmanın zillerine bastım tek tek. Balık avlamak gibiydi. Hiçbir şey düşünemeden sadece camdaki yüzümü inceleyerek, sokağa çökmüş ölümü yırtacak bir hayat belirtisi beklerken hissettiğim huzur... Ne diyafon açıldı ne de otomata bastı kimse. Balkonsuz apartmanı gözümden kaçırmadan yavaş yavaş geriye çekildim ve haykırarak döndüm etrafımda.
“Heeey! Allahın belası herifler! Dışarı çıkın!”
Ve hiçbir cevap beklemeden koşturmaya başladım Osmanbey metrosuna doğru. Neredeyse donmaya yaklaşmış ayaklarımın acısı başıma vuruyordu artık ve yan tarafımdaki mağazayı görünce durup kapısına dayanmaktan başka bir şey gelmedi aklıma. Neredeyse çıplaktım ve bunu, o ana kadar öfkemi yatıştırmak için kullandığımı daha yeni algılıyordum. Bir şaka olmadığını anlamıştım artık başıma gelenin ve sinir ya da neyse ne, uçup gitmişti beynimden. Sadece ortaya çıkmasını istiyordum herkesin. Ya da uyanmak!
O anda aklıma şu düşüncenin çökmesi çok doğaldı. Rüyada olabilir miydim?
Yüzlerce korna ve birbirine geçmiş bir trafiğin gece gündüz boş bırakmadığı caddenin ortasına kadar yürüdüm ve elbisemi kaldırıp doya doya işedim betona. Sapsarı akıp gitti sıvı beyaz çizgi boyunca ve bir süre sonra yerin griliğine geçip öyle devam etti yoluna.
Güldüm elimde olmadan.
Çılgınlığın benliğimi yavaştan ele geçirmeye başladığını fark edebiliyordum.
Hızla yürüyüp büyük bir kararlılıkla yumruğumu geçirdim mağazanın camına. Korktum aynı anda tüm bedenimle ve hızla geri çektim elimi hemen hemen saniyelik bir farkla. Aşağıya şelale gibi inen cam parçalarından kaçarken çocuk ruhum geri gelmiş, gözlerim acemi bir şekilde kısılmış, çenem boynumun içine doğru çekilmişti. Ortaya çıkan ses öylesine yıkıcıydı ki, sadece ben değil, kuşlar da büyük bir korkuya kapıldı. Kanat sesleri apartmanların soluk boyalarına pat pat vurup yok oldu. Dikkatle yaklaşıp, kırık camların arasından vücudumu geçirerek vitrin mankeninin hemen yanına koydum ayağımı. Tepemde sallanan parçadan sakınarak süzüldüm diğer tarafa. Mağazanın karanlığına doğru yürüdüm yere atlayıp. Ne bir polis sireni ne de başka bir şey. Orası benimdi artık. Kalbimin çarpıntısını geride bıraktım giysilere doğru ilerlerken. Bir canvas pantolon, boğazlı ve pamuklu sarı bir sweatshirt buldum. Sonra ışığı keşfettim ve her şey bir anda gözlerimin önüne seriliverdi. Ayakkabı reyonuna gidip deri kaplı bir koltuğa oturdum. Camlı bölmenin tam karşısındaydım. Kafamı kaldırıp bir süre inceledim kendimi. Ve birden, sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Ağladıkça daha fazla anı çıktı saklandıkları yerlerden. İnsanların yok olup gittiği bu iğrenç şehirde birden hayaletlerle çevrelendim. Yere düştüğüm gün de o an geldi aklıma. Annemin üstüme doğru koşuşu. Yüzündeki acı. Ölüm korkusuyla içimde, gizli bir kuyudan fırlayıp tüm dünyaya yayılan zavallı haykırış…
Bir kez daha o his gelip oturmuştu yanıma. Gözyaşlarımı silerken, aynaya baktım. Beni dışarıdan izleyen üzüntülü bir yabancı duruyordu sanki karşımda.
Bayramlık çocuklar gibi baştan ayağa yenilenmiş olarak, tekrar caddeye çıktığımda kafamda tek bir düşünce vardı. Bir an önce eve gitmek. Camlarda, güzel bir kaban, parıltılı şık ayakkabılar, karmakarışık saçlar olarak dalgalanıyor, pervazlarla kesiliyor, duvarlarla yok oluyor ama her seferinde yine çıkıveriyordum bir yerlerden. Kurtuluş caddesine gelirken içimdeki tedirginlik, somut görüntülere kapılıp dehşete döndü. Paniğin yüreğimde yükselmeye başladığı her sefer olduğu gibi yine uyuşuyordu karnım acıyla. İçine düştüğüm kabusun bana sunduğu sahneleri anlamlandırmaya çalışıyordum. Sarmaşıklarla, yosunlarla kaplanmış apartmanlar vardı Taksim’e doğru giden ana caddede. Bazı ağaçlar inanılmaz bir şekilde büyüyüp dairelerin içinden geçip gitmişti. Yürüdüm hızla ve sadece metronun değil bir sürü apartmanın da çökmüş olduğunu gördüm. En şaştığım şey ise büyük bir hanın altıncı kat penceresinden içeri girmiş, kıçı dışarıda kalmış bir kamyondu. Yanağıma sıkı bir tokat atma isteğimi zor durdursam da bacağımı son gücümle sıkmaktan kendimi alamadım. Acı yanağımdan beynime yürüyüp ağzımdan küçük bir inleme koparsa da bedenimi ele geçirmiş şokun yanında oldukça zayıf kaldığından yüzüm taşlaşmış halini korudu. Ters dönmüş, ezilip kağıt haline gelmiş bazı arabaların yanından geçtim ve Harbiye’ye uzanan yolu iyice bir gözden geçirdim. Askeri müze, içinde bir şey patlamış gibi ikiye yarılmıştı. Bahçesinden hâlâ sönmemiş küllerin dumanlarının yükseldiğini görerek bilinçsizce ilerliyordum. Biraz ileride gökyüzüne yükselen otele kaydı bakışlarım. Sanki koskoca bir fare her tarafından büyük bir iştahla kemirmişti. Herhalde metronun tavanı göçmüş olacağından, bazı yerlerde koskoca kara delikler açılmıştı. Taksim’e doğru havayı yoğun bir sis kaplamış, geride kalan nice kabusu gözlerimden saklamayı başarmıştı. Sarhoş gibi hissediyordum. Bu kadarı bana fazla gelmişti. Yaşamda tek başına kalmış bir insan korku duyar mı sorusunun karşılığının ne olduğunu artık biliyordum. Eve gitmem lazım, diye tekrarladım içimden ve bunu on kez yineledikten sonra buldum ne yapacağımı. Feriköy’e doğru ilerleyen ara sokaklardan birine girdim. Park halindeki araçların kapılarını zorlayarak yürüdüm bir süre. En az elli tane. Hepsi de kilitliydi. Otobüs, metro, taksi, ortalıkta hiçbir şey görünmediğine göre eve ulaşabilmem için tek yol bir arabayı ele geçirmemdi. O yakınlarda bir galeri olmadığını biliyordum. Evlere girsem bir anahtar bulur muydum acaba? Neyle kıracaktım peki kapıları? Düşünceden düşünceye atlayan beynimle başetmeyi bırakıp önümdeki arabaya baktım. Bir arkadaşımı, daha önce yaparken izlemiş olsam da düz kontağı becerme ihtimalimin oldukça düşük olduğuna emindim. Ne düşünsem beni aşırı geciktirecekmiş gibi geliyordu. Ayrıca, acıkmıştım artık ve sinirlerim de her saniye biraz daha bozuluyordu. Yürümeye devam etmekten başka bir şey gelmemişti aklıma. Bir başka yolun girişine gelir gelmez, elli metre kadar ileride hafif yan dönmüş bir taksi gördüm. Park edecek vakit bile bulamamıştı. Farketmeden koşturmaya başladım. Yaklaşırken diğer taraftaki kapının açık olduğundan hiç kuşkum kalmadı. Sevinç ve korku beynimde birbirine dolanıp yüreğimi sıkıştırıverdi o sırada. Yavaşlarken gözlerimi kısmış, hafif yan dönmüştüm. Orada bir ceset bulma fikrinin ne diye birden üstüme çullandığını anlayamıyordum. Her adımım bir dakikaya kadar uzarken durmadan yürüdüm. Arabanın arka penceresinden önüme çırılçıplak siyah koltuklar serilince, bir iki adım daha atıp eğildim. Sonra büyük bir umutla uzandım ve anahtarı kontağın üstünde bulunca da tarifsiz bir neşeye kapıldım. Hemen şöför koltuğuna kurulup arabanın kapısını kapattım. Ve tüylerim diken diken olurken hızla kilitledim her yeri. Anahtarı titreyen ellerimi kontrol etmeye çalışarak çevirdim ve motorun sesi bir sevinç çığlığı gibi yükseldi apartman duvarlarının arasında. El frenini indirip, gazı köklerken, biri ortaya çıkıp camı kıracakmış duygusu öylesine baskındı ki salakça bir patinajla, sağa sola savrularak kaldırabildim arabayı. Köşeye varışımın da bu kadar ani olabileceğini hesaplamadığım için direksiyonu sonuna kadar kıvırsam da arabayı toparlamayı başaramadım. Kaldırıma çıkıp sol kaportayı duvara büyük bir hızla vurarak devam ettim yola ve caddeye de kontrolden çıkmış deli bir at gibi fırladım. Yanık lastik kokularını geride bırakarak ters yönde, sürebileceğim en yüksek hızda sürdüm taksiyi eve doğru. Sadece göçüklere değil başka şeylere de dikkat etmem gerekiyordu. Koyun, inek gibi hayvanlar serilmişti her yana ve büyük bir aymazlık içinde görünüyorlardı. Sadece kenarıya kaçışan köpekler kızgınlıkla havlıyordu kornamı duyunca. Gayrettepe viyadüğünü geçip Barbaros Bulvarı’na indiğimde bembeyaz bir at bir süre eşlik etti bana. Hızımı iyice düşürüp onun yanımda rahvan akışını izlerken şehri böylesine bir yıkıma nasıl bir felaketin sürüklediğini anlamaya çalıştım. Uyanmış ve hastanede bulmuştum kendimi. Bitkisel hayatta mıydım ve eğer öyleyse, kaç yıldır bu durumdaydım? İnsanlar şehirlerden kaçtı diyelim; apartmanların çökmesi, her yanın bitkilere, hayvanlara teslim olması ve daha da bir sürü anlamsız şeyin yaşanması iki günde olup bitemeyeceğine göre ben kolumdaki o dandik serumla mı hayatta kalmayı başarmıştım? Peki beni arkada bırakmaları normal miydi? Doğal bir felaket, nükleer bir saldırı, uzaylılar tarafından istila… Üstüne düşündükçe, olasılıklar yanından geçtiğim, moloz yığınına dönüşmüş şu meşhur ikiz kulelerden daha beter bir şekilde çöküyor, beynim aldığı darbelerle düşünme yetisini kaybetmiş bir pelteye dönüşüyordu. İskeletler neredeydi? Eridiler mi? Öyleyse ben nasıl mışıl mışıl uyumaya devam ettim? “Allah kahretsin,” diye bağırdım direksiyona vurup ve birden sinirim beni terkedip gitti. Allah lafıydı yüzüme hastalıklı bir gülüş yerleştiren. Sadece onla kaldıysak geride, beni duyma ihtimali de oldukça yüksekti doğrusu. Tam da bunu düşünürken Sanayi Sitesi’nin içindeki koca caminin yerle bir olduğunu görmem bir tesadüf müydü acaba? Gözüm oraya bir bakış attığı için mi radyoyu aklıma getirdim, yoksa başımı aşağı çeken bu kadar basit bir şeyi dikkate almadığım için bana kızan bilinçaltım mıydı? Uzanıp düğmeyi çevirmeye giriştim heyecanla. Kulaklarım parmaklarımın ucuna yerleşmiş gibiydi ve tüylerim birden ayaklanıverdi içeriye dolan sesle. İnsanın en beklemediği anda birden dudağına yapıştırılmış bir öpücük gibiydi. Yalnızlığın delice mahkumiyeti sona ermişti, birileri bir yerlerden yayın yapıyordu. Hem de ne şarkıyla! O gün dinlemiştim en son bunu. Bilincimi kaybetmeden bir saat kadar önce. Shine On You Crazy Diamond. İkinci bölüm. Çılgınca bir gülüşle kornaya abandım ve eşlik ettim nakarata. Tam da bu anda atladı bir şey. Cızırtı öylesine ani geldi ki, neredeyse direksiyonu bırakıyordum ellerimden. Sadece şarkıydı ama allak bullak olan, başka bir şey değil. Gitar ve synth’in beraber sürüklediği solo bölümüne dönmüştü bir atlamayla. Gözüm yolda kulağım radyoda bekledim boktan bir suratla. İki dakika bir saate kadar uzasa da yolun akışına yenik düşüp bitti sonunda. Mutsuz son yüzüme bir tokat gibi çarptı. Çizikten sekip geriye düştü yine şarkı. Hemen uzandım öne ve tüm kanal boyutunu hızla taradım. Hışırtılardan başka bir şey yoktu. Şu anda ruh halimi bu hışırtılardan daha iyi anlatacak bir şey bulmam imkansızdı. Patlamanın hemen kıyısında, boktan bir ifadeyle yola bakıyor ama neredeyse hiçbir şey göremiyordum artık. Tekrar şarkıya döndüm ve o belli aralıklarla atlarken ben inatla devam ettim yoluma. Eve dönen sapağa geldiğimde artık beni şaşırtacak bir şey kalmamıştır diye düşünürken siteye uzanan yolun ağaçlardan bir tünelle kapkaranlık bir koridor oluşturduğunu gördüm. O ana kadar, çevrenin garip bir biçimde ormanlık alanlara yenildiğini hissetsem de böylesine bir yoğunlukla karşılaşmayı beklemiyordum. Öfke ve merak korkumu çoktan bir bataklığa atıp boğmuştu. Tünele girdim ve tüm seslerin yokolduğunu hissettim. Motor sesi bile boğulup giderken sadece nefesim, ben ve Pink Floyd kaldı geride. Farları açtım. Aydınlanan yolda ne çalı çırpı ne başka bir şey görünüyordu. Yepyeni duruyordu asfalt. Dörtyol ağzının olması gerektiği yere son hızla inerken yaprakların oluşturduğu yoğun doku ne okulu ne de o boktan eğlence merkezini görmeme izin vermedi. Yol, alıştığım üzere önce sağa sonra sola falan kıvrılmayıp dümdüz ilerleyince iyice yavaşladım. Böyle olmamalıydı! Yokuşu çıkarken ise tünelin diğer tarafında bir ışığın yoğun bir şekilde parladığını gördüm. Sanki güneşe kestirme bir yol bulmuştu birileri. Araba dışarıya konarken kendimi her türlü sonuca hazırladım ve yumuşamış kaslarımın da ilk kez müthiş bir gerilime kapıldığını hissettim. Manzara bir yıkımı sundu önüme. Fren acı bir şekilde yırttı havayı ve ayağımı ne kadar gömsem de yine engelleyemedim arabanın moloz deryasına dalmasını. Sarsıntılarla ilerlerken birbirine çarpmasını durduramıyordum dişlerimin ve dilimin araya girmemesi için dua etmekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Sonra birden durdu araba. Ayağımı debriyajdan çekince de silkinerek son nefesini bırakıverdi kızgın bir boğa gibi. Kapıyı açıp aşağıya atlarken yıkılmış gitmiş apartmanların tamamen taşa toprağa dönüştüğünü, çoğu yerin ince bir kumulla kaplandığını gördüm. Bir tek apartman, tümüyle yıpranmış ve bazı katlar içinde patlama olmuşçasına camsız ve duvarsız kalmış olsa da dimdik ayakta duruyordu. Bizimkiydi bu. Aşağıya, İstinye’ye doğru inen binlerce konutluk sitelerden de eser yoktu artık. Bir orman deryasıyla kaplanmıştı bayırlardan denize uzanan alan ve ben eskiden parkın olduğu yerde, ayaklarım molozların içine gömülmüş, hayretle bakıyordum. Artık düşünme yetimi kaybetmiştim. Taksiden dışarıya müziğin sızdığını ve Richard Wright’ın kilise tonuyla soloyu sürüklediğini duyabiliyordum. Öne atıldım birden. Ara parkın ve bakkalın üstünden geçip bir tepecikten aşağıya atladım. En az on metre öteye savrulmuş dış kapı pervazının yanından dolaşıp, basamakların olması gerektiği yere vardım. Atlayıp ellerimi bastırdım ve vücudumu yukarı çektim. Ne cam ne de kapı vardı önümde. İçeriye daldığımda nemden dökülmüş gitmiş duvarları gördüm ve asansöre gitmenin anlamsızlığını bir çabuk idrak ettim. Otomat çalışmıyordu. Karanlıkta ilk basamağa ayağımı attığımda durup yukarıya baktım ve cesaretimi yerine getirmek için kocaman bir nefes çektim içime.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder